25 Mayıs 2008 Pazar

Nedir Bu Gözde Marka Tutkumuz? Vol. II - Dink Gıda Marka Analizi Episode I



Bir önceki yazımda Simer Alışveriş Merkezi ile başlattığım, markaların elinden tutarak onları asıl hakettikleri yerlere ulaştırma furyasına şimdi de Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinde faaliyetine devam etmekte olan Dink Gıda Sanayii ile devam ediyorum. :)


Dink Gıda Sanayii, adından da anlaşılacağı üzere gıda sektöründe tahin, tahin helvası çeşitleri, tahin-simit susamı, kemalpaşa tatlısı ve şekerpare ürünleriyle üretimine devam eden, şimdilik genelde Marmara Bölgesi ve çevresinde marka bilinirliğini edinmiş, pazarlama ağını ise yavaş yavaş Türkiye geneline yaymaya başlamış bir aile şirketidir. Şimdi, hali hazırda elimizde bulunan "marka yaratma" taslağının programına bağlı kalarak, bu güzide şirketimizin analizini yapalım bakalım.

Pazar Analizi

Öncelikle bir bölümleme ve hedef pazar analizlerine (segmentation-targeting analysis) bakacak olursak; demografik bölümlemede olarak dikkat edeceğimiz fazla bir unsur göze çarpmıyor. Ancak meslek gruplarını bu bölümlemede dikkate alırsak, ürünlerimizden biri olan helvanın özellikle nisan, mayıs, haziran aylarında çiftçilerin domates, peynir, ekmek üçlüsünden sonra çokça tercih ettiği bir tatlı olduğunu bildiğimizden bu meslek grubunu dikkate değer görüyoruz. Coğrafik bölümlemede de herhangi bir kısıtın ürünlerimiz için söz konusu olmadığı görülüyor. Ancak yine ürünlerimizden biri olan, kemalpaşa tatlısının Marmara Bölgesi'nde ve kısmen Ege Bölgesinde daha çok bilinirliğinin, bu ürün için bir avantaj olmasının yanında diğer bölgelerdeki bilinirliğinin azlığı bir dezavantaj olarak göze çarpıyor. Psikografik ve davranışsal bölümlemede ise, helva için mide hassasiyeti ve hastaklarında etkili bir ilaç görevi görmesi ve özellikle balık restorantlarında yemek sonrası fırında ısıtılmış şekilde verilmesinden dolayı bir sempatinin oluşması bu bölümlemede dikkate değer bir durum. Kemalpaşa tatlısı olarak da özellikle Marmara bölgesi insanlarının bu ürüne düşkünlüğünü, davranışsal bölümleme başlığı altında ayrı bir kriter olarak incelemekteyiz.

Konumlama stratejisi üzerine şuan Dink Gıda için net birşey söylememiz mümkün gözükmemektedir. Çünkü, sanırım, ben bu markaların elinden tutacağım diye çıktığım bu yolda, bu markaların da makul bir yol alması gerekiyor tüm kriterleri uygulayabilmemiz için. Örneğin, kemalpaşa tatlısı, simit susamı konusunda konumlama açısından birşeyler söyleyebiliriz ama helva için karşımızda bir Koska, Filiz gibi markalar varken, belirli bir güce sahip olmadan bu markalara karşı konumlama biraz anlamsız kalacaktır.

Rekabet Analizi konusunu, Porter'ın 5 kuvvet sistemine göre değerlendirecek olursak; öncelikle tedarikçilerle pazarlık gücü etkenine bakalım. Gerek bölge içinde, gerekse bölge dışında gerekli hammadeyi sağlayacak tedarikçilerin sayısının çok olmasından dolayı bu konuda pek bir sıkıntı söz konusu değil. Ayrıca, bugüne kadarki edinilmiş saygın Dink Gıda imajından dolayı da hali hazırdaki tedarikçilerlere etki gücünü bir avantaj olarak alabiliriz. Müşterilerle pazarlık gücü etkeninde ise açık bir dezavantaj söz konusu. Gerek yazımın ileriki bölümlerinde deyineceğim "Marka Bilinirliği" konusundan, gerekse ürünlerin müşteriyi almaya zorlayıcı bir özelliğinin bulunmasından yani daha çok "hedonic" hazza yönelik ürünlerden olmasından dolayı bu etkende bir zaafın olduğu ortada. Pazara yeni giren rakiplerin tehditi etkeninde de, ürünlere göre ayrı ayrı değerlendirme gerekiyor. Ama kemalpaşa tatlısı ve susam ürünlerinde teknik bilgi ve sermaye gerekleri biraz olsun bu tehditi azaltsa da niyetine girenler için bu girişin pek bir zorluğu yok. Helva konusunda da yine teknik bilgi gereği önemli yer tutuyor, ama bunun dışında herhangi bir zorluğu olmadığından bu etken şuan için bir dezavantaj oluşturmasa da ileride oluşacak bir pazar çekiciliği durumunda dert olacak gibi görünüyor. İkame malların tehdidi etkeninde ise, bu pazardaki tüm markaların açık bir tehditle karşı karşıya oldukları apaçık ortada. Az öncede bahsettiğim üzere, hazza yönelik ürünlerden dolayı müşteri sadakatinin zorluğu ve başka kategoride olupta, (baklava olsun, sütlaç olsun ne bileyim) yine hazza yönelik olan tatlı mamülü ürünlerin sürekli ürünlerimizi tehdit altında tutması ne yazık ki bizim için kaçınılmaz bir durumdur.

Dahili analiz (Internal Analysis) konusunda da bir SWOT (Güçler, Zayıflıklar, Tehditler, Fırsatlar) analizi ile "Pazar Analizi" başlığımızı noktalamak istiyorum.
Dink Gıda'nın Güçler'i başlığı altında ele alabileceğimiz konuların başında ürettiği ürünlerin hepsinin dolaylı hammeddelirini kendi bünyesinde sağlaması sayılabilir. Yani şöyle ki, tahin helvasının %50 hammedesini oluşturan tahin'i kendisinin üretmesi, sektörde yeralan çoğu rakibine göre maliyet ve dışa bağımlılık konusunda açık bir avantaj oluşturmakta. Öte yandan, tahin'i üretmede kullanılan tahin susamını üretmek açısından da maliyeti düşürme yönündeki eğilimini diğer bir güç olarak sayılabiliriz. Son olarak da, kurulduğu yıl olan 1978 yılından itibaren edindiği iyi itibar dolayısıyla tedarikçileri ve müşterileriyle olan iyi iletişimi Dink Gıda'nın bu analizde göze çarpan güçlerinden bir diğeri olarak sayılabilir. Zayıflıklar başlığında ele alacağımız ilk konu ise, Dink Gıda kurucu CEO'su Zeki DİNK'in sergilediği "otokratik liderlik"tir. Öyle ki, bu şirketi 20 yıldır, sıfırdan alıp bu günlere getirmesindeki üstün yeteneği göz ardı edilemez bir gerçek olan Zeki Dink'in, günümüz endüstri hareketliliğine ayak uyduramaması ve uygulanması gereken yeniliklerde bugüne kadar tek yetkili olması ve hala geleneksel değerleri göz önünde tutması nedeniyle gereken desteği göstermemesi ilk zayıflık olarak göz çarpmaktadır. Öte yandan, aynı sektörde yer alan rakiplere göre gerek bu sektöre sıfır sermaye ve bir şekilde takdire değer bir cesaretle atılmanın, gerekse bazı çabalara rağmen zamanında karşılaşılan ekonomik krizlerden oluşan bir sermaya eksikliğinin açık bir etkisi de diğer bir zayıflık olarak ele alınabilir. Fırsatlar başlığında, göze çarpan açık bir etken olmasa da, pazarda olan rakipler haricinde, bu pazarın farkedilipte yeni rakipler tarafından işgal edilmesinin az bir ihtimal olarak görülmesi bir şekilde fırsat olarak görülebilir. Tehditler başlığında ise, bulunduğumuz sektördeki bazı markaların pazardaki marka bilinirliğinden dolayı tercih sebebi olması ve bu pazarın her türlü rekabete açık olması en önemli iki tehdit olarak değerledirilebilir.

marka olmanın gücü


Mac bilgisayarının pazarda ne kadar sağlam bir yere sahip olduğunu biliyoruz. Ama son dönemde macler ile ilgili olarak çıkan dedikodulara göz attığımız zaman Steve Jops'ın mac in tahtı sallanmaya başladığını görüyoruz. Çünkü çok pahalı olmasından dolayı ve maclerin sadece tasarım bilgisayarı olarak anılmasından satış grafiği bir süredir aynı seviyede izlemeye hatta düşmeye başlamıştı. Bunun üzerin mac takımı yeniden kollarını sıvadılar ve teknoloji pazarında yeni alanlara yöneldiler. Bunlara ipod ve iphoneları örnek verebiliriz.
Bunların söylerken mac ın çok fazla kan kaybetmediğinide belirtmek isterim ama Steve Jops ın amacı mac lerin daha fazla karizması çizilmeden piyasada diğer ürünlerinin tutmasını sağlamak. Çünkü Mac sağlam bir marka ve bir noktadan sonra ürünü değil markayı satarsınız. ipod ve diğer ürünlerini mac bilgisayarların çocukları gibi düşünebiliriz. Yani bi anlamda da çocuk çalışır baba rahat eder :) Aynı zamanda mac kullanıcılarının şikayetlerinede kulak kabartırsak bilgisayarlarındaki kalitenin eskiye oranla düşmesi dikkat çekiyor çünkü fiyatlarıda bir süredir aşağıya çekmiş olan Mac kârı yüksek tutmak için kaliteden fedakarlık etmişler.
Mac bu kadar güçlü bir marka olmasaydı Muhtemelen İngilteredeki gençler normal MP3 çalarlarına ipod kulaklığı takarak ipod kullanıyoruz izlenimi vermeye çalışmazlardı. Markanın baskısı insanlar üzerinde öyle güçlü bir etkiye sahip ki ucuz bir ürün almalarına rağmen küçük ayrıntılarla onu sahip olmadık istedikleri markaymış gibi gösteriyorlar.Bu bir tek İngilteredeki gençler için değil her ülkede böyle.Belki de çıkardıkları ürün çok kaliteli değil ama dayandıkları marka çok kuvvetli ve onun verdiği güçle fiyatlarıda tavan yapmış durumda.Bu sayede mac de reklam için ekstra masraf yapmadan hem yeni bir ürünle yani ipod ile kendi reklamınıda en iyi şekilde yapmış oluyor.

ERKEKLER Mİ SAF ?YOKSA KADINLAR MI AKILLI?


Günlük hayatta kadınları sahnelerde ne kadar çok görüyoruz. Ekranlarda, dergilerde, gazetelerde vb. Bunun sebebi üzerinde düşününce kadınların erkeklerden daha estetik bir görüntüye sahip olduklarını ve daha dikkat çekici oldukları izlenimi edinebiliriz. Tabii ki bu yadsınamayacak bir gerçek olabilir. Doğru bir pazarlama stratejisi de olabilir. Ama bir yandan da güzel bir kadının akılda kalıcılığının ya da dikkat çekiciliğinin yanında aklımıza bir seçenek daha geliyor. Kadınların kullanılması ve teşhir edilmesi! Kadınlar gerçekten bir pazarlama aracı mı?Bunu birkaç örnek vermek gerekirse;
Arabalar erkekelere hitap ettiği halde neden tanıtımları bayanlar yapıyor.
Erkekler iç çamaşırı kullanmıyor mu da neden sadece bayan iç çamaşırı tanıtımları oluyor ya da erkek iç çamaşırlarını tanıtımını bayanlara giydiripte yapıyorlar. Bize ne ki onların donlarından!
Aslında pazarlama stratejileri arasında bayanlara yönelik ürünler daha fazla ve daha ön planda kadınları alışveriş esnasında kandırmak kolay ama erkekleri kandırmanın yolu da kadınlar. Artık öyle bir hale geldi ki ürünün nasıl sunulduğu değilde bunu kimin sunduğu daha önemli hale geldi. Bu durum ne kadar doğru ya da yanlış o kısmı tarışılır fakat işe yaradığı ne yazık ki gerçek. Böyle olmasından dolayı kadınlar kendileriyle gurur mu duyuyorlar yoksa rencide olduklarını mı hissediyorlar benim en çok merak ettiğim bu!

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Nedir Bu Gözde Marka Tutkumuz? Vol I. - Simer Alışveriş Merkezi, Yeni Doğan Bir Güneş :)


Fark ettiğim üzere, bloglarımızın konusu genelde büyük markaların stratejileri üzerine olmuş. Oysa ki özellikle bu dönem edindiğimiz vizyon ile birlikte çevremizdeki herşeye pazarlama perspektifinden bakmayı öğrendiğimize artık inancım tam. Bu perspektifi ele alınca da evimizin yolu üzerindeki Simer Alışveriş Merkezi’nin elinden tutmaya karar verdim.

Günümüzde, Süper-Hiper-Mega marketlerin önlenemez yükselişiyle, küçük esnaf diye tabir ettiğimiz köşe başı ailemizin bakkalları, bundan biraz kendini sıyırıp olayını geliştirmiş ve adını Süpermarket yapmış biraz büyükçene marketlerimiz kan ağlar duruma gelmiştir. Şüphesiz ki bunda global ekomomik koşullar ve bizim hayat tarzımızdaki değişikliklerin de etkisi yadsınamaz elbette. Büyük olanın iyice büyüdüğü, küçüğün pes ettiği global şartlar ve bizim hayat tarzımızdaki, zırt-pırt markete gidilmez, tüm ihtiyaçlar en kısa zamanda ve en ucuza karşılanır zamandan ve ekonomik açıdan kar edilir yönündeki değişiklik, sokak arası bakkallarımız ve biraz büyük marketlerimiz açısından acı bir gerçektir bu aralar. Peki ne yapacak bizim Bakkal Arif Amcalar, Simer Süpermarketler? Kadere boyun eğmek mi, yoksa bir şekilde hayatta kalmak mı?

Tabii ki de, biz bu arkadaşlara gelin Kipa’yla Migros’la rekabet edin demiyoruz. Ama bir şekilde farklılaşma/farklılık yaratacaksın ki kendi ekmeğini çıkarasın. İşte konumuzun da başrolünü oynayan Balçova Sarmaşık Caddesi’nde kendini konumlamış olan Simer Alışveriş Merkezi, bu farkındalığı biraz olsun yaratmış durumda. Şöyle ki, farkındalığını tüm cephesi boyunca serdiği sebze-meyve reyonuyla ortaya koyan Simer, bu özelliğiyle ilgi odağı olmuş durumda. Oysa ki, pek de sergilendiği kadar süper bir durum söz konusu değil sebze ve meyvelerinde. Ama benim gözüme çarpan ve en can alıcı nokta, bu özelliğini güzel pazarlaması sayesinde, Balçova’nın en işlek ara caddelerinden biri olan bu caddeden geçen semt sakinleri ister istemez bir göz gezdiriyor bu reyona ve koyuyorlar 3-5 parça taze mahsül sepetlere. Ama asıl nokta da burada başlıyor işte. Müşterilerin, aldığı sebze meyveyi ödemek için marketin içinden geçmek ve boydan boya marketi dolaşmaları gerekiyor. Hal böyle olunca da, az önce bahsettiğim müşteri grubu – yani zırt-pırt markete gitmeyen, ucuza almayı seven, Kipa veya Migros'a gitmek için ayda biri bekleyen grup – gözüne çarpan ve o anda ihtiyacı olan birkaç ürünü de alıveriyor eline. Böylece zaten meyveden sebzeden ancak kuruşlarla hesap edilen karlar eden Simer, bu şekilde asıl hayat iksirini edinmiş oluyor. Aynı şekilde, Bakkal Arif Amcaların da %1’den daha az kar getiren Kent Kart doldurma aletini edinmelerinin sebebini de bu şekilde açıklamış olduk, pek güzel oldu.

Sesleniyorum herkese; küçük esnaf ölmesin ecelden, Simer’ciyiz ezelden :)
*Yazıya tekrar göz attıktan sonra gelen edit: Taktım ben bu Simer'e. Logosu ve yazı
tipi/karakteri üstünde de durmak lazım :)
*Poşetini gördükten sonra gelen tekrar gelen edit: Sloganı üstünde de çok şey yazmak gerek, "Adıyla, tadıyla, farkı fiyatıyla". Bu ne ya? İşimiz var seninle Simer, gel evladım marka yapıyorum seni.

Sigara nasıl bırakılır?






Sigarayı bırakmak tiryakiler için hiç de kolay bir iş degildir. Aslında gözlemlerime dayanarak (canlı örneklerle birlikte), sigara içmememe rağmen sigarayı bırakmanın hiç zor bişey olmadığını düşünüyorum. İlk kural tabii ki inanmak :). Yakın zamanda çıkan kapalı alanlarda sigara içmeyi engelleyen yasayla birlikte, zaten sigarayı bırakmak isteyen kesimlerde bir hareketlenme oluşturdu. Bu da sigarayı bıraktırmada yardımcı ürünler ve hizmetler olarak adlandırabileceiğimiz pazara doğal olarak bir hareketlenme getirdi.
Nedir bu sigarayı bıraktırmada yardımcı ürünler ve hizmetler ona bir bakalım. E-sigara, çektikçe su buharı çıkartan birnevi bir sigara içme simulasyonu. Nico Fluid, nikotin içeren bir çeşit su, içtikçe nikotin ihtiyacını sigara içmeden gidermeye çalışıyor. Nicotinell sakız, nikotin içeren bir sakız Nico Fluidle aynı mantık. Smoke Patch de kola yapıştırılarak kullanılan bir bant, nikotin isteğini azaltmasının yanında sigarayı bırakınca yaşanan sürekli yeme isteği ve gergin ruh halinin kesilmesini sağladığı söyleniyor. Son zamanlarda bu ürünlerin satışlarında da patlamalar yaşandığı yazılıyor. Son olarak da sigara bırakma merkezleri geliyor. Bu merkezler de konusunda gerçekten iddialılar. Şöyle ki; İlk iki seansta sigara bırakma garanti ediliyor , eğer bırakamazsanız, yani çok ağır bir tiryakiyseniz, 3 seans da şirketten. Ayrıca verilen profesyonel psikolojik destek de cabası. Sigarayı nasıl bıraktırıyorlar derseniz, kulağın bazı bölgelerinin düşük frekanslı elektromanyetik dalgalarla uyarılmasıyla vücudun nikotin ihtiyacını unutturuyormuş (ki bence külliyen yalan, herşey psikolojik). Yani sonuç olarak sigarayı bırakmak isteyene yol çok hem de garantili, istemeyen de zaten bu sektörün hedef kitlesine girmiyor.Son çıkan yasa bu pazara yarayacak gibi gözüküyor hatta kesin. Ama fiyatları biraz tuzlu bir seansı yerine göre yaklaşık 500-600YTL. Zaten kulağa iki frekans veriyorum diye insanları kandırıyorlar bari kazıklamayın değil mi...

22 Mayıs 2008 Perşembe

REKLAMIN İYİSİ & REKLAMIN KÖTÜSÜ







Bugünlerde takıldığım bir konu var, herkesin kafasındaki aynı şey; Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Aslında çokta güzel olur şöleki Reklam politikanı ve stratejinin iyi kurgulanması lazım; reklam denildiğinde insanın aklına ilk gelen şey reklamı yapılan ürünün fiyatı, kalitesi ve iş görürlüğüdür. Olaya bir de şu açıdan bakmak gerekiyor. Reklamın iyisi herzaman akılda kalıcı olandır ve kendinden söz ettirmesidir böylece ürünün daha çok yaygınlaşmasına ve herzaman ön planda olmasına neden olur. Bir de reklamın kötüsü var tabii ki bu tür reklamlar ise günümüzde örnekleri çok fazla olmakla birlikte onlar da akılda kalırlar ama herzaman kötü olarak kalırlar.Bazıları sırf reklama gıcık olduğu için ürün iyi olsada o ürünü tercih etmezler. Gelelim bazı örneklere ve içeriklerine; Kötüden başlayalım; Son birkaç gündür Vestelin yan kuruluşu olan REGAL markalı dayanıklı ev aletleri reklamı. Daha İlk seyrettiğimde başımdan aşağıya kaynar sular dökülmesine sebep olan reklamlardan biri kısacası facia; Adamlar öyle bi reklam yapmış ki ilk bakıldığında vay be adamlar haklı diyorsun ama işin içine biraz girince yok artık daha neler oluyorsun. Olay da şu Plazma TV Reklamı bir adam arkadaşına geliyor birşeyler konuşuyorlar ve sonra birden televizyonun yanına geçiyorlar ve o inanılmaz cümle geliyor. ÜÇ LİRA BEŞ LİRA ÜÇ LİRA BEŞ LİRA ÜÇ LİRA BEŞ LİRA ve son cümle; dostum sen 3 liralık şeylere 5 lira vermeyi çok seviyorsun.... Yok böle bişey yani bir firma kendi ürününü istemeden de olsa bu kadar mı kötüleyebilir direkt ürününü aşağılıyor ve anlatmak istediği de biz 3 liralık mal yapıoruz.. Böyle reklamları kınıyoruz... Bir de İyiye Bakalım; Nike Football evet Nike Football, adamlar öle bi reklam yapmış ki izlerken kanalı değiştiremiyorsun ve vay beee diyorsun cidden. Kamerayı bir futbolcunun gözünden göstermiş ve o futbolcunun futbol oynamak için ne kadar fedakarlıklar yaptığını o zorlu yolda nelerle karşılaştığını ne kadar yorulduğunu ve yıprandığını tüm zorluklara göğüs gerdiğini gerektiğinde kavga ettiğini, yenildiğinde nasıl üzüldüğünü gol attığında nasıl sevindiğini bir bir ayrıntılı bir şekilde anlatıyor ve o kadar iyi anlatıyor ki reklam bittiğinde sen bile yorgunluk hissediosun ve diosun ki aslında gerçekten zor meslek 90 dakika koşmak kolay değil kazandıkları para helal olsun diyebiliyorsun. İşte bunu dedirten reklam gerçekten iyi bi reklamdır ve her zaman iyi bir şekilde akılda kalıcı olandır diyorum ve sözlerimi şöle bitiriyorum, reklamsız hayat olmaz çünkü onlar hayatımızın bi parçasıdır...

TURKCELL'İN YENİ PROJESİ


Arkadaşlar Turkcell yine yeni bir projeyi hayata geçirmiş. Bu proje ne mi? Bence çok başarılı bir reklam kampanyası olacak, artık reklam verenler kendi reklamlarını başka firmaların reklamlarını yaparak para kazanıyorlar. Herhalde bu da takım çalışması olsa gerek.İşte Turkcell de başka firmaların reklamlarını yaparak hem para kazanıyor hem de müşteri çekiyor.Bu kampanya şimdilik sınırlı sayıda uygulanıyormuş, herhalde televizyonda yaz sezonunda sadece sezonluk yapılan dizilerin tutmasına göre dizi çekimlerini tüm sezona yayması gibi bir şey. Tutarsa bu kampanya ya devam ama şimdilik sınırlı sayıda.Bu kampanya da Coca Cola, Axe, Nivea, Digiturk gibi önde gelen firmalar yer alıyor. Turkcell aboneleri arandıkça kazanıyor. İlk önce bu kampanyaya üye oluyorsunuz ve beğendiğiniz reklam müziğini telefonunuza yüklüyorsunuz. Sonra da sizi arayanlar reklam müziğini siz telefonunuza cevap verene kadar reklam müziğini dinliyorlar ve siz telefonunuzu açtığınız anda kontör kazanmaya başlamış oluyorsunuz. İş seminerlerinde, ders programların da takım çalışmasının öneminden bahsediyorlar, Bütün firmalar da neredeyse mükemmel reklamlar yapıyor durum böyle olunca onlar da takım çalışması yapmaya başladı. Ama beni düşündüren başka bir konu da okulda katıldığımız seminerlerin birinde bayan şöyle diyordu: ‘’iş başvuruları için firmaya verdiğiniz telefon numaranız da müzik olmamasına dikkat edin.’’günümüzde de insanların çoğu iş başvurularında bulunurken bu kampanya ne kadar başarılı olacak? Turkcell sanırım o yüzden bu kampanyayı şimdilik sınırlı sayıda tutuyor.Bu kampanyanın az önce belirttiğim gibi ciddi durumlar için bir sorun olacağını düşünmekteyim.Turkcell’in “tonla kazan “ kampanyasını başka bi açıdan olumlu ve olumsuz olarak da değerlendirebiliriz.Örneğin ben kötü bi gün geçirirken a.daşımı arayıp dertleşmek istediğimde fonda neşeli bir reklam müziği dinleyip sinirlerimi iyice bozmak istemem böyle bir durumda bu müzik benim daha da canımı sıkıp o reklamın ürünlerinden nefret etmeme sebep olabilir…Bir de diğer taraftan bakacak olursak böyle şeylere takılmayan bi insansanız aman ne olacak canım arkadaşım kontör kazanıyo reklam müziği alt tarafı zaten hemen telefonunu açacak diye düşünüyorsanız bu kampanyayı insanlar için biçilmiş kaftan olarak değerlendirebilirsiniz tercih sizin …..J

MNG Kargo


Kargo dediğimizde hep aklımıza belli başlı markalar gelir, Yurtiçi, MNG, Aras vs. vs... Hizmet açısından ben şimdiye kadar aralarında hiçbir fark göremedim. Genelde hangisi en yakınsa ona giderim. Çoğu insanın da bu şekilde düşündüğünden eminim. Yani aralarında hiçbir fark yok gibi bir izlenim var çoğunluğun üstünde. Bu markaların hiçbirinde de biraz pazar payını arttırmak veya biraz daha fazla karını arttırmak için bir girişimde bulunduğunu görmedim.


İnsanların kargoyla birşey gönderirken en çok endişe ettikleri konulardan biri, o gönderdiği şeyin başına birşey gelmesi kırılması veya ezilmesidir. MNG Kargo bu endişeyi kendisine dert etmiş ve diğerlerinden bir adım daha öne çıkabilmek için en azından bir adım atmış. Bu adımın ismi LOCA. LOCA hizmetinde kargolarımız artık araçların içindeki raflarda daha güvenli bir şekilde seyahat edebilecek tabii normalden biraz daha yüksek bir fiyat karşılığında. Bu hizmet ne kadar çekici olur ne kadar müşteri arttırır bilemem. Gerçi yapılacak reklam veya pazarlama girişimlerine de bağlı ama öne geçmek için bir uğraşları olduğu kesin.


Sonuç olarak MNG Kargo bu girişimlerini devam ettirirse kargo sektöründe birkaç adım öne geçebilir. Kim bilir belki de başka hizmet girşimlerinde de bulunabilirler. Mesela bozulabilecek yiyecekler için soğutuculu kargo araçlarıyla taşıma hizmeti bunlardan birisi. Bir başka girişim de evcil hayvanlarını seyahatlerde otobüs veya uçak bagajlarında süründürmek istemeyen evcil hayvan sahipleri için olabilir.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

AVM Bolluğu


Ülkemizde AVM'lerin sayısı hızla artarken, kendini göstermek ve marka imajını pekiştirmek isteyen markalar da aynı hızla bu AVM'lerde mağazalarını bir bir açıyorlar. Ama açılan bu mağzaların hepsi gerçekten kâra geçiyor mu yoksa sadece gösterişten mi ibaret? İstanbul'da 100'e yakın AVM olduğunu düşünürsek, bence açılan bu kadar mağzanın hepsinin kâra geçmesi için 300-400 milyon nüfüslu bir ülkede yaşıyor olmamız lazım. Aslında bazı mağzaların sadece gösteriş amaçlı açıldığı da bilinen bir gerçek. Rakiplerinin bulunduğu bir AVM'de bir markanın sadece isminin onların yanında görünmesi bile, o markanın imajı açısından olumlu bi puan olacaktır. Örnek olarak bence Jimmy Key verilebilir. Jimmy Key'in sokaklarda veya çarşılarda açtığı ve de az sayıda olan mağzaları sebebiyle marka farkındalığı rakipleriyle ölçülemeyecek kadar az. Bunun sebebi ise günümüzde çarşıların yerini AVM'lere bırakmasından kaynaklanıyor ve bu sadece Türkiye'de değil bütün dünyada da bu şekilde.

AVM'lerin günümüzdeki önemi tartışılmaz ama şu sıralar mantar gibi üreyen AVM'lerin gelecekte büyük bir krize yol açabileceği konuşuluyor. Ernst&Young Türkiye Genel Müdürü Osman Dinçbaş artık doyuma ulaşıldığını söyleyip bu konu hakkında şöyle bir demeç bile vermiş;

"İstanbul’da yeni yapılacaklarla birlikte alışveriş merkezi sayısı 100’ün üzerine çıkacak. Şehir bu kadar sayıyı kaldırır mı? Bence bizim ülkemizde kriz oradan çıkacak. Şu anda Batı dünyasında olmayan bir krizi biz orada yaşayacağız. Çünkü ben alışveriş merkezlerinin, artık gerek İstanbul’da gerek diğer büyük şehirlerde doyuma ulaşıp o noktayı geçtiğini görüyorum. Bence arz fazlası var. Şu anda ister istemez perakendeciler, özellikle merkezi konumdaki inşaat halinde merkezlerde bulunmak durumundalar. Bundan kaçamazlar. Ama bu, sanıyorum pek çok perakendecinin kendi büyüme planlarının ötesinde büyüme getiriyor. Bir perakendeci kendi başına kalsa yılda 10 mağaza açacakken 25 mağaza açmak durumunda kalıyor. Bir şirketin kendine göre gücü var. Mecburen banka kredisi kullandılar, borçlandılar. Ve eğer bu hızlı büyümenin sonucunda beklenen satış artışı gelmiyorsa, bir merkezdeyken bir lira kazanıyorsanız, üç merkez olduğunuz zaman üç lira kazanmıyorsanız, ki bence kazanmıyorlar, bu büyük sorun demektir."(Buradan isteyenler yazının tamamını okuyabilirler.)


Kârlarına kâr katmak isteyen AVM sahipleri ard arda açtıkları AVM'lerle aslında kendi kuyularını kazıyorlar haberleri yok. Buradan onları uyaralım "Herşeyin fazlası zarar!".

15 Mayıs 2008 Perşembe

MARKALAR VE KARAKTERLERİ





Bugünlerde kendimizi çoğu markayı logolarının,sloganlarının yanında bir de karakterleriyle özdeşleşmiş halde bulur olduk. Artık firmalar kendi markalarını insanların beyninde yer etmesi için daha çok çaba sarfediyorlar. Rekabet ortamının inanılmaz boyutlarda olduğu günümüz koşullarında firmalar bu konuda da sonuna kadar haklı. Herkes farklılık,yenilik peşinde. Logo ve slogan bir markanın olmazsa olmazları bunu kabul ediyorum ama karakterlere bu kadar iyimser yaklaşmamaktayım. Bir kaç markanın karakterlerinden yola çıkacak olursak ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız arkadaşlar. Arçelik'in Çelik'i olsun Mc Donalds'ın bankın üzerinde oturan ya da ayakta durup restauranta girmeden önce sizi sempatik bi şekilde karşılayan amcası olsun bunlar çok güzel hatta tabiri caizse markaya "cuk" diye oturan ve markayla özdeşleşmiş olan karakterler. Bu konuda hepimizin hemfikir olduğunu düşünmekteyim. Çünkü o karakterler artık markayla özdeşleşmiş bir konumdalar. Arçelik'in Çelik'ini görünce hiçbirimizin aklına Japonlar'ın yaptığı bi robot gelmiyordur sanırım. En azından Türkiye'deki herkes onun Japonlar'ın icad ettiği bir robot değil Arçelik'i temsil eden bir karakter konusunda hemfikir olduğunu düşünüyorum hatta küçük yaştaki çocukların bile. Bu düşüncem Mc Donalds'ın sempatik palyaçosu için de geçerli. Mc Donalds'tan en azından bir kere yemek yemiş olan bir insanın kolayca hafızasına kazınabilecek kadar dikkat çekici olan bir karakter bulmuşlar adamları tebrik etmek lazım. Arçelik'in Çelik'inde olduğu gibi bu karakterin de gayet başarılı olduğunu artık Mc Donalds ile özdeşleşmiş olduğu kanısındayım. Karakter meselesinin diğer yönü var tabi ki de. Bunlar başarılı örneklerdi başarısız olanlar da var maalesef. Bunlara örnek verecek olursak ; Kale kilit 'in değişik tipli çöp adamı ve Golf dondurmalarının kremadan ya da vanilyalı dondurmadan yapılmış olduğunu düşündüğüm karakteri. Ben bu karakterleri televizyon reklamlarında ilk gördüğümde aklıma ilk gelen soru "Ne gerek vardı ki şimdi böyle bir şeye ? " oldu. Gerçekten de çok gereksiz ve amacına ulaşamayan örnekler oldu sanırım bu karakterler. Kale Kilit'in karakteri hiç uymamış bence çünkü o karakterin görünüşü zayıf yani markanın adı Kale Kilit ama karakteri çöp adam gibi. İnsanda güven eksikliği yaratıyor ilk bakışta sonra da gülme hissi. Kale Kilit'in de bu tezat durumu farkettiğini düşünüyorum.Çünkü uzun zamandır reklamını göremedim televizyonda. Golf'ün kullandığı karakter ise tek kelimeyle itici. Gerek görünüşüyle olsun gerekse o ses tonu insanı dondurmadan soğutuyor. Zaten ilk izleyişimde sonuna kadar izlemiştim bi daha da görür görmez kanalı değiştiriyordum. Kış mevsimi olmadığı için pek gözükmüyordu ekranlarda ama bahar aylarının hatta yaza girmek üzere olduğumuz şu günlerde sanırım yeniden Golf'ün o itici karakteriyle yüzleşmemiz kaçınılmaz olacak. Ben Ülker gibi harika reklamlar yapan ve ürünlerini süper pazarlayan bir markanın bu hatasını düzelteceğine de bütün kalbimle inanıyorum. Kısacası ben logonun , sloganın bir marka için olmazsa olmaz şeyler olduğunu düşünürken aynı şeyin karakter için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Eğer gerekliyse yapılmalı aksi taktirde bu durum marka için fiyaskoyla da sonuçlanabilir.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

BANK ASYA'DAN AKILLI KART


Bugünlerde dikkat ederseniz Bank Asya'nın ürünlerini pazarlama yönünden atakta oldugunu göreceksiniz ve bu yaptığı atakların şüphesiz ki en önemlisi, yeni geliştirmiş olduğu AsyaCardDIT kredi kartı olcağa benziyor. Bu kartın müşteriye günlük hayatı kolyalaştırmak adına sunmuş olduğu birçok yeniliğin yanında, Belediye otobüslerinde bilet,akıllı bilet veya para yerine kullanılabilecek olması ulaşımda büyük kolyalık sağlayacağı benziyor

İlk aşamada Bank Asya'nın Kahramanmaraş Belediyesi ile yapmış olduğu proje kapsamında, Kahramanmaraş'ta belediye otobüslerinde kullanılmaya başlanılmıştır. Bu kartın denenmesi için kahramanmaraş ne kadar doğru bir yer orası da tartışılır tabiiki. Belediye otobüslerinde bulunana kart okuyucu cihazlara okutularak kullanılan bu temassız kart, eminin günlük hayatı çok kolaylaştıracaktır. Mesela otobüse bindiğimiz zaman kentkartımızı bastık ama içinde para kalmamış , kenkkarta tekrar para yüklemek için sürekli bir kentkart yükleyene bir yer ararız veya otobüse bindiğimiz de para vereceğimiz zaman bekleme ve bozuk para teleşı olur. Bank Asya'nın yeni geliştirmiş olduğu bu temassız kredi kartı tüm bu sıkıntıları ortadan kaldıracağa benziyor, bence Bank Asya boyle bir pazarlama stratejisi ile günlük hayatta ki sıkıntıyı cok iyi tespit ederek, hayatu kolaylaştırmak adına yaptığı bu hamleleri ile bünyesine birçok yeni müşteriler katacağa benziyor,

Kredi Kartının sahip olduğu tüm özelliklere sahip olan bu kart, Mastercard Paypass teknolojisi ile üretilip Dünyanın heryerinde kullanılabilme standartlarına sahiptir. Ayrıca sağlamış olduğu kolaylıkların yanında , alışverişlerde bize büyük kolaylık sağlıyor ve en önemlisi bizi bozuk para derdinden kurtarıo. 35 yeni liranın altında yapacağımız her alısverişte, kartı ödeme noktasındaki görevliye vermeden 'göster ,öde , geç' şeklinde kullanılabiliyor, yani kullanıcının daha onceden kartın çipine yüklediği krediyi, alısveris yaptığı yerin odeme noktasından kart merkezinin onayına gerek duymadan işlemi cok kısa bir süre içerisinde bitiyor. Ayrıca AsyaCardDIT kartına sahip olmak isteyen müşteriler Bank Asya şubelerinden veya anlaçmalı üye işyerlerinden başvurudan 20dk sonra sahip olabilme imkanı sunuyor. Boylece diğer kartlarda olduğu gibi başvurudan sonra 1-2hafta bekleme süresi ortadan kalkıyor ve çok kısa sürede bu çok kullanışlı karta sahip olunabiliyor


BankAsya'nın ürettiği bu kart , anlaşılan günlük hayatı dahada kolaylaştıracağa benziyor , kart'ın belediye otobuslerinde kullanılabilmesi,ufak tefek alısverişlerde bozuk para derdinden kurtarması, heryerde gecerli olması, yakında otoban ve köprü gişelerinde de kullanılabilecek olması gibi etkenler, karta sahip olma isteğini müşteride fazlasıyla hissettireceğe benziyor.

13 Mayıs 2008 Salı

YEREL DÜŞÜN GLOBAL DAVRAN......





Peki nasıl bir şey bu yerel düşünüp global davranmak bir kurum nasıl böyle davranabilir hangi şartlar gerçekleşirse bu düşünce süreci etkinleşir.
Öncelikle tüm dünya pazarına hükmeden bir işletme olmak lazım hedef dünya olmalı globalizm hakkından tam anlamıyla gelmeli o işletme.Amaç tüm dünya pazarında tutunmak olduğu için açıldığın pazarında özelliğini iyi bilip sindirmiş olmak temel şartlardan aslında..O pazarın kültürel öğelerini yaşayışını ürettiğiniz ürüne sindirmiş olmak olmak gerekli.Bu nüansları barındıran tutundurma çalışmaları amacına ulaşmakta bir adım önde sayılabilir.
Bir ürünün hizmetin pazarda tutunmasını satışlarının artmasını sağlayan en çok kullanılan yöntem şüphesiz ki reklamdır.yerel düşün global davran fikrini reklam çalışmalarında kullanmak çok rastlana durumlardandır.Örneğin COCA COLA nın RAMAZAN aylarında hedef kitlesi olan tüketiciye sunduğu reklamlar bizde sizdeniz inançlarınıza saygılıyız birlik beraberlik mesajları bu düşünce sistemini en iyi açıklayan reklamlardandır .Yani reklamın temeline inmek gerekirse nasıl olurda ramazan sofralarını geleneği olur Amerika patentli bir ürün.Ama sonuçta global bir marka ve Türkiye piyasasını da elinde tutmak için bu tarz reklam uygulamalarına başvurmaları çok normal ve doğal böylece bu fikrin hayatta geçmesi sağlanıyor ve başarıla sonuçlardan söz etmek mümkün.
Yerel düşün global davran akımı başka bir şekilde üründe özelleşme ile karşımıza çıkar örneğin yine bir Amerikan firması olan MC.DONALDS gibi ortaya çıkardıkları yeni ürünlerde TÜRK kültüründen özellikler yansıtmaları bu fikri uyguladıklarını göstermektedir.Örneğin MC. TURKO menü gibi böylelikle tüketicide bir sempati kazanma eylemi hayata geçmiş olur.
Sonuç olarak işletmelerin asıl amaçları kar elde etmektir hele de dünya çapında bir pazara hakimsen tabi ki çeşitli uygulamalarla markanı tutundurmak zorundasın. YEREL DÜŞÜN GLOBAL DAVRAN da bunlardan sadece bir tanesidir.......Gayette başarılı uygulama alanına sahip bir yöntemdir.

AĞIZDAN AĞIZA PAZARLAMA

Günümüzde en çok kullanılan karışımıza çıkan kavramlardan biridir .Aslında tam olarak da günümüzün pazarlama anlayışıyla doğmuş bir kavram değildir.İnsanoğlunun alışveriş kavramını gerçekleştirmesinden bu yana süre gelen bir süreçtir, sadece son zamanlarda daha çok dikkat çekilen bir teknik olmuştur.
Peki ağızdan ağıza pazarlama tam olarak nedir.Bir ürünü veya hizmeti kullanan bir tüketicin o ürün yada hizmet hakkındaki olumlu düşüncelerini çevresine yani potansiyel müşterilere aktarması olayına ağızdan ağıza pazarlama denir.
Ağızdan ağıza pazarlamanın günümüzde bu kadar önemli bir yere gelmesini sağlayan temel faktörler nelerdir.Öncelikle ürün yada hizmet hakkında ücretsiz tanıtım ve reklam yapmış olursun bu da şüphesiz bir işletme için bulunmaz hint kumaşıdır.İleticeğin mesaja ve kaynağa ayrı bir fon oluşturmak zorunda olmazsın sadece müşteri odaklı olmak ve müşteri ilişkileri yönetimine öncelik vermek yeterde artar bile.Bundan sonra iş müşteriye kalıyor ne kadar etkilendiyse tecrübesi ne kadar olumluysa o kadar müşteri demek .
Bu tekniğin iyi uygulanması hayata geçmesi sonunda hiç şüphesiz kurum kar elde eder ayrıca itibarıda yükselir.Sonuç olarak ağızdan ağıza pazarlama tekniği işletmeler için bir altın yumurtlayan tavuktur.Geçtiğimiz haftalarda eskiden çok cansız olan bir sokağa Simer adında bir market açıldı.İnsan ismini duyduğunda simer mi o da ne diye fikir oluşuyor kafasında ama bizim de sağdan soldan duyduğumuz kadarıyla market küçük olmasına rağmen özellikle meyve ve sebze reyonunda çeşitlilik ve tazelik ön plandaymış.Biz de bu "word of mouth" un etkisiyle gidip alışveriş yaptıktan sonra pek bi memnun kaldık ve söylenenlere hak verdik.Ben de bu ağızdan ağıza pazarlamayı birebir yaşamış oldum böylece.Simer market de böylece farkında olmadan ve para hacamadan reklamını yapmış olup balçovadaki diğer küçük marketlerin bir adım önüne geçmiş bulunmuş oldu fikrimce.

11 Mayıs 2008 Pazar

Kandırılıyor muyuz?


Tarihte farklı sebepleri olan özel günleri pazarlamacılar bize hediye alma günü olarak geri çevirdiler. Sevgililer günü,kadınlar günü,anneler günü vs. hepsinin tarihte iyi ya da kötü sebepleri olduğu için ortaya çıkan bu günler günümüzde para kaybı olarak bize geri döndü. Pazarlamacılar bunlarıda kendilerine çevirmeyi başardı. Bugün sevgililer günü haydi sevgiline hediye al yok kadınlar günü bayanlara hediye al. Niye hediye alıyoruz ki ya da hediye bekliyoruz ki. Biliyormuyuz ki bu günlerin geçmişte ortaya çıkma sebebini? Kadınlar günü Amerikadaki triangle shrtwaist fabrikasında kadın işçi hareketlerinin hızlanması sonucu sert önlemlerin alınmasıyla işçilerin greve gitmemesi için fabrikaya kilitlenip bu fabrikada çıkan bir yangın sonucu işçilerin ölmesiyle ortaya çıkmıştır. Ama pazarlamacılar bu günü kendilerine çevirmeyi başardılar, mağazalarda bu günlerde fiyatları tavan yaparak kazançlarına kazanç katıyorlar. Bizde tarihte o insanları anmak için yapılan bu özel günü pahalı hediyelerle iyi birşeymiş gibi kutluyoruz. Meğer ne kadar meraklıymışız böyle günlere. Hatta bize ait olmayan günleri bile kutluyoruz neredeyse hiçbirinin bizle bir bağlantısı yok. 1 Nisanı şakalar yaparak geçiriyoruz bunun üzerine birçok şaka oyuncakları var.Para verip alıyoruz birde. Aklımıza bile gelmeyecek saçma sapan şeyleri bize yaptıran oyuncaklar. Peki ne bu günün önemi neden şaka yapılıyor o gün, üstelik Müslümanların öldürüldüğü bir gün olmasına rağmen neşeyle kutluyoruz. Pazarlamacıları bu konuda gerçekten tebrik etmek gerekiyor ya da biz gülmeye, hediyelere çok meraklıyız böyle günleri hemen benimsiyoruz. Ben hediyemi alayım, güleyimde gerisi beni ilgilendirmiyor deyip bir kenara çekiliyoruz. Ne kadar çabuk kandırılıyoruz. Şimdi bu durumda pazarlamacılar mı çok uyanık oluyor yoksa biz mi çok saf oluyoruz? Bence pazarlamacılar çok uyanık ve biz de işimize geleni yapıyoruz. Bu ikisiyle birlikte yuvarlanıp gidiyoruz işte!

MARLBORO NASIL TUTULDU?

Marlboro firması ilk kurulduğunda işleri çok kötü gidiyormuş. Şirket iflasın eşiğinde iken bir adam gelmiş, "Satışları bir ayda 3 katına çıkarırım ama bunun karşılığında da şirketin yarısına ortak olurum, yok çıkaramazsam ömrümün sonuna kadar fabrikada bedava tütün sararım" demiş. Marlboro'nun sahipleri zaten çıkmaz sokaktaymış, "Bir haftaya kalmaz batacağız, kaybedecek neyimiz var ki" diyerek kabul etmişler teklifi... Adamın bunlardan tek isteği binlerce boş Marlboro kutusuymuş. Zaten depoda milyonlarcası varmış, talebini karşılamışlar hemen. Sonra bizimki bütün paketleri tek tek ezmiş ayağıyla, gece 12'den sonra da hepsini uçaktan bütün Amerika 'nın üstüne atmış. Sabah millet uyanınca bir bakmış ki her tarafta boş Marlboro kutuları. "Yahu, bu sigara bu kadar çok içildiğine göre vardır bir hikmeti" diyerek sigara bayilerine akın etmişler. Şirket o ay 3 değil 5 katı satış yapmış. Tabii bizim adam da şirketin yarısına ortak olmuş. O kişi de kimmiş biliyor musunuz ? Philip Morris....

Bu pazarlama günümüzde bizim de çok yaşadığımız bir şey. İnsanlar ilk defa bir ürün alacaksa, en çok kullanılan ürünü atıyoruz sepete. Neden? Gerçekten iyi olduğu için mi yoksa reklamlarını çok başarılı yaptıkları için mi? Mesela ben neden insanların daha kalabalık olduğu restoranda yemek yediğimi ya da neden daha kalabalık yerden alışveriş yaptığımı düşündüğümde sanırım daha kaliteli ve sürekli tüketimin yapıldığı yerlerde daha taze ürünler bulduğumu düşündüğümden. Geçen ay şu büyük kolaylık sağlayan insanı büyük bir maddi kayıptan kurtaran düzleştiricilerden almak istedim. Çok yakın arkadaşımın mağazasına gittim hangisini tavsiye edersin dediğimde Philips’in en çok satılan ürün olduğunu ama Bluehouse’unda iyi olduğunu ve neredeyse yarı fiyat olduğunu söyledi. Ama ben ne yaptım? Tabi en çok kullanılan ürünü aldım. Düşüncem ise adını duyurmuş bir marka kendini bu kadar duyurduysa eğer ürüne zarar gelirse bana yenisini verebilirlerdi. Ama diğer ürünün de garantisi olmasına rağmen almadığıma göre sanırım marka bilinirliliği daha önemli. Hatta bu konuyu ele alıp yapılmış bir reklam var şimdilerde, Regal televizyonları için ‘’sen 3 liralık şeye 5 lira vermeye bayılıyorsun’’ diye bir reklam yapmış. Belki ben ve benim gibiler için yapılmış bir reklam. Ama düşününce de gerçekten az bir kitle değil 3 liralık şeye 5 lira verenler. Buna en büyük örneklerden bir tanesi de Converse gibi ucuza üretilen bir ürünün ülkemizdeki reklam bilinirliliği sayesinde ne kadara pazarlandığını biliyorsunuz hem de bunları hepimiz bile bile. Reklamın ve pazarlamanın üstünlüğü insanlara neler aldırtıyor işte.

Loch Ness Canavarı


Son 2 dönemdir aldığımız pazarlama dersleri sayesinde pazarlama konusunda az çok bilgi sahibi olduk. Hatta sokakta bile gordugumuz birşeyi sahip olduğumuz sınırlı pazarlama bilgimizle yorumlamaya çalışıyoruz. Ürünlere bir de pazarlamacı gözlüğümüzle bakalım diyerek sadece bu sebepten kipanın market kısmını gezen arkadaşlarımı biliyorum. Ama bunlar hep "birşeyle" alakalı yorumlar, olmayan birşeyi pazarlamaksa çok ayrı bir konu tahminimce. Yanlış hatırlamıyorsam, bu olmayan birşeyi pazarlama konusuna 1-2 defa değinmiştik derslerimizde.

Bu konuya en güzel örnek olarak muhtemelen İskoçya'nın Loch Ness canavarı yani nam-ı değer Nessie'yi örnek gösterebiliriz. Bu sözde canavarımızın tarihi çok eskilere dayanıyor aslında. Milattan sonra yazılan bir eserde bu canavarla ilgili bir hikaye bile vardır. Nessie'yle ilgili ilk kayıt budur. Daha sonra 19.yy'da Britanya'nın ünlü bir Lordu bir kitabında bu canavarı arkadaşlarıyla beraber gördüğünden söz etmiştir. Ama İskoç halkının gözünün açılması 1930lara dayanır. Loch Ness gölü cevresindeki otel sahiplerinde biri gölün etrafında dolaşırken ,biraz önce bahsettiğim bazı eserlere de dayanarak, çok büyük bir yaratık gördüğünü iddia eder ve olaylar gelişir. Kimisi Nessie'nin fotoğrafını çektiğini iddia eder, uzmanlar tarafından incelenince montaj olduğu ortaya çıkar, kimisi de oyuncaklarla ve ışık oyunlarıyla saçma sapan videolar çeker. Teknoloji geliştikçe de sonarlarla araştırmalar yapılmaya, belgesellere konu olmaya başlar. Nessie'yle ilgili bir belgeselde ise gölün tamamını üşenmeden sonarla taramalarına rağmen böyle bir varlığa rastlanmadığı söylenmiştir, ama gölün derinliği bazı yerlerde 300mt'ye kadar vardığı ve bu bölgelerde sağlıklı araştırmalar yapılamadığını söyleyip yine araştırmanın ucu açık bırakılmıştır. Bu ucu açık araştırma da yerli halkın işine gelmiştir, "Bizim Nessie saklanmıştır bi yeraltı mağrasına, akıllı hayvandır o" deyip işin içinden çıkmışlardır.

Nessie'nin benzetildigi hayvan tarih öncesi bir hayvana benzetildigi için zaten yaşadığımız dönemde onun yaşama şansı bile yoktur ama İskoçlar çok örgütlü (tüm İskoç halkı) ve çok iyi bir pazarlama stratejisiyle binlerce turist çekip, ceplerini yıllardır dolduruyorlar. Üstüne üstlük hayatında sonar görmemiş birsürü zavallı turiste tekne turlarında , zaman zaman balık sürülerini canavar diye gösterdikleri de bir gerçektir. Burdan İskoç halkını tebrik etmek istiyorum çünkü bir asıra yakın bir zamandır ülke ekonomisine katkı sağlayacak kadar önemli bir pazarlama yapmışlardır ve bunu "yoktan var etmişlerdir".

7 Mayıs 2008 Çarşamba

CRM Lideri Garanti'den Yeni Bir Atak: Minimatik

Bankacılık sektöründe "Costumer Relationship Management" yani Müşteri İlişkileri Yönetimi politikasını son zamanlarda kendine ilke edinen Garanti Bankası, bilindiği üzere artık insanların bankacılık işlemlerinde olmazsa olmaz olan; Telefon ve İnternet Bankacılığı sistemlerinin Türkiye'deki öncüsüdür. Günümüzde rekabet ortamının önü alınmaz şekilde her gün tırmanması, bankacılık sektöründe de elbette aynı şekilde devam etmektedir. Bu yüzden de, bankalar her yolu deneyerek elindeki müşterilerinin hayatını kolaylaştırmayı ve bu şekilde onların sadakatini kazanmayı kendilerine ilke edinmiş durumda.

Müşteri İlişkileri Yönetimini zaten en başından beri en iyi uygulamakta olan Garanti Bankası'nın son atağı ise gerçekten olaya farklı bir boyut getiriyor. 18 Nisan 2008 günü Zaman Gazetesinin sinsi bir köşesinde dikkatimi çekti şu yazı;

"Garanti'den çocuklara için bozuk para tanıyan bankamatik
Garanti Bankası, çocukların tasarruf alışkanlığı kazanmasını sağlamak amacıyla, akıllı kumbara özelliği taşıyan özel ATM 'Minimatik'i hizmete sundu. Kart ve şifreyle çalışan ve bozuk paraları tanıyan Minimatik, tasarruf kavramını eğlenerek öğretecek. Çocuklar tıpkı yetişkinler gibi, Minimatik'e para yatırıp çekebilecek, tasarruf etmek istediği miktarı tespit edecek ve yaptığı her işlemden sonra ne kadar parası olduğunu görebilecek. Minimatik, kişiye özel programlanabilen sesli bilgilendirme ve uyarı sistemine de sahip."

Zaten daha önce de minikleri kendine daha şimdiden potansiyel müşteri olarak gören ve bu konuda altyapısını "Mini Bank" ve cicili bicili ne bileyim Tweety'li "Mini Bank Kart" ile oluşturan Garanti Bankası, şimdi de işte bu "Minimatik"lerle altyapısına bir üs kuruyor. Üstelik bu Minimatikler öyle tarif edildiği üzere banka ATMleri özelliğinde görünse de 29 YTL'ye Garanti Bankalarından sadık müşteriler tarafından çocuklarına alacakları küçük bir oyuncak gibi birşeymiş. Buyrun işte size en uç yeni müşteriyi nasıl kazanırım örneği. Yok efendim miniklere tasarruf alışkanlığı kazandırıyoruz, bu alışkanlığı kazandırırken onları eğlendiriyoruz. Hani millet işe uyanmasın diye güzel de bir kılıf uydurmuşlar bu şahane ataklarına. Sen gel, potansiyel müşterini daha 10 yıl öncesinden kazan. Vallahi pes Garanti, şapka çıkarıorum şapka.

6 Mayıs 2008 Salı

VODAFONE DAN GEYİK MUHABBETİ


Gün geçtikce GSM operatörleri arasındaki rekabet te artıyor. Geçmiş dönemlere baktığımız zaman GSM piyasasında iki tane operatör vardı bunlardan birisi Turkcell diğeri Telsim'di. Bildiğiniz gibi Turcell piyasanın lideriydi ve en çok kullanıcıya sahip olan gsm operatörüydü. Telsim ikinci planda kalıyordu, gerek altyapısı olsun gerek kullanıcıya sağladığı hizmet ile Turkcell'in arka planında kalıyordu ve piyasada müşteriler yeterli rekabet ortamını bulamıyorlardı ve GSM kullanıcılarına ucuza konuşmak için GSM operatörleri tarafından gerekli kampanyalar sağlanamıyordu

Son dönemler GSM operatörlerinde büyük bi değişim yaşandı, önce aria sonra da aycell adlı şirket ortaya çıktı. İlerleyen zamanda piyasaya yeni giren bu iki şirket, baktılarki biz ikimizde bu piyasada yeniyiz, zaten piyasada iki tane güçlü marka var, biz iki şirket gerekli yatırmları yapamıyoruz, müşterileri çekemiyoruz, en iyisi biz iki şirket birleşerek yeni bir marka altında şirket oluşturarak piyasaya daha güçlü bir şekilde girebilirz ve gerekli yatırımları yaptığımız zaman müşteri potansiyelini daha kolay oluşturabilirz düşüncesi ile Avea ortaya çıkyor. Avea'nın gelmesiyle birlikte piyasa daha çok hareketleniyor. Avea çıkardığı yeni tarifleler ile müşteriye ucuza konuşma fırsatı sunular ve gün geçtikce daha fazla müşteri potansiyeli oluşturmya başlıyordu. Daha sonra Telsim'i Vodafone gibi Dünyaca ünlü, güçlü bir firma'nın satın almasından sonra piyasaya daha çok hareket geldi ve müşteride bu rekabet ortamından nasbini almaya başladı diyebilirz gerek avea olsun gerek te turkcell olsun müşterinin ucuza konuşmasını sağlayan çeşitli kampanyalar düzenlediler.

Vodafone piyasaya yeni bir giriş yaptı ve telsim'i satın alarak zaten mevcut kullanıcıya sahipti ama Vodafone Dünyanın heryerinde piyasa lideriydi ve Türkiyede'de hedef farklı değildi. Bu hedefler doğrultusunda müşteri potansiyelini oluşturabilmek için sürekli yeni kampanyalar,tarifeler ve değişik pazarlama stratejileri geliştirecekler. Vodafone'un yaptığu kampanyalar arasında da şüphesiz en çok dikkat çekeni ise 'GEYİK' Kampayasıdır. Zaten şu aralar reklamlarda da farklı espiri yoluyla müşterilere tanıtılmaktadır bu kampanya. Abonelerine toplamda 1milyar dakika konuışma süresi hediye eetmektedir. Tüm Vodafone abonlerinin faydalanabileceği bu kampanya' katılmak için kullanıcıların farklı saat ve tarihlerde Vodafone'dan gelecek SMS'e bir saat içinde cevap vermeleridir. Aboneler kazandığı bu dakikalarını diğer Vodafone abonleri ile konuşarak doya doya kullancaklar

İşte rekabet ortamından ortaya çıkan bu kampanya müşterilere ucuza konuşabilmek için bir fırsat sağlamaktadır. Firmalar gerekli müşteri potansiyelini oluşturabilmek için aralarında kıyasıya bir yarışmaya giriyorlar. Yani hangi alanda olursa olsun rekabet piyasa için çok önemli bir unsurdur. Bizlerde bu rekabet ortamını sağladığı fırsatları etkili bir şekilde kullanmaya çalışıyoruz

4 Mayıs 2008 Pazar

TÜRK TELEKOM VE CEM YILMAZ



Bugünlerde biliyorsunuz moda, herkesin izleyip kahkalar atarak güldüğü Cem Yılmaz'ın oynadığı Türk Telekom reklamlarıdır.Peki Türk Telekom neden birden bire atağa kalkıpta arda arda reklam çektiler, pazarlama stratejileri yürüttüler üstelik reklamlarında Türkiyenin ne yapsa olay olan, en tanınmış komedyenlerinden biri olan Cem Yılmaz'ı seçtiler? Türk Telekom daha öncede vardı ama neden boyle reklamları ve pazarlama stratejileri yoktu? Neden halkta ilgi uyandırmadı? Bunları daha önceleri neden yapsın ki, ben zaten piyasa da tekelim mecburen herkes benim hattımıkullancak, ihtiyaçlarını ben sağlayacağım düşüncesi vardı.

Türk Telekom özelleşmesinden sonra atağa kalktı ve piyasa oldukça hareket getirdi. Diğer GSM operatörlerine kafa bile tutmaya başladı. Çıkardığı pazarlama stratejileri ile mesela evde,işte cep telefonu kullanılmaz sabit hat kullanılır çünkü diğer operatörleri aramak daha hesaplı. Sabit telefondan artık mesaj da cekebilirsin çünkü bildiğiniz eski Telekom yok daha teknelojik daha gelişmiş bir Türk Telekom var diye pazarlama stratejileri geliştirdiler ve, GSM operatörlerinin pazar paylarına girip insanları daha çok sabit telefon kullanmalarına yönlendirmeye de başladı.

Türk Telekom'un bu ani çıkışını şöyle yorumlayabilirz, özelleşmeden sonra ileride kendine rakip çıkabileceğini hisseden Türk Telekom, şimdiden halkın zihninde farkındalığı oluşturmaya başlıyor ve müşterileri böylesine halkın çok sevdiği bir reklam yıldızı ile ilgi uyandırarak kendini güçlü bir marka oluşturma çabası içine giriyor bencede doğrusunu yapıyor, çünkü ileride karşısına güçlü, yeni yapılanmış bir marka çıktığı zaman rekabet ortamı oluşması kaçınılmaz bi hal alacak ve Telekom şimdiden halkta ilgi uyandırarak mevcut kullanıcılarını elinde tutup onları garanti altına alarak, gelecekteki olası bir rekabet ortamında bir adım önde olmayı düşünüyor ve planlıyor diyebilirim.

Son olarak ta Cem Yılmaz'a değinmek istiyorum bana göre her oynadığı reklamda son derece başrılı olmuş bir karakterdir. Kendine özgü hareketleri ve espirileri ile halk tarafından da çok sevilen bir oyuncudur ve her oynadığı reklam filmi olay olmuştur, insanlar günlerce onun yaptığı espirileri konuşmuştur. Ayrıca raklamını oynadığı firmaya da büyük katkılar sağlamıştır. Bence Türk Telekom reklamda oynatılabilecek en iyi karakteri şeçmiştir, inanıyorumki başarılı olacaktır zaten şu an reklamların gündem de oluşu da başarılı olduğunu gösteriyor. Başarılar Türk Telekom, başarılar Cem Yılmaz

28 Nisan 2008 Pazartesi


WV BLUEMOTİON


Dünyanın en önemli otomobil fuar'ının yapıldığı cenevre kentinde devam eden 78. otomobil fuarının 'çevre daha fazla çevre' sloganı son birkaç yıldır devam eden küresel ısınmanın ve benzeri olayların otomotiv sektorune de yansıması olarak görülüyor çünkü milyonlarca araç yola cıkıyor ve dünyanın oksijeninde ciddi bir azalma meydana geliyor, işte bu durum üreticilerin cevreci araçlar üzerinde çalışmasını ve piyasada bulunan birçok markanın( WV, Mercedes, Opel) bu sistem üzerinde yoğunlaşmasını sağlıyor ve günümüzdeki rekabetçi ortamda bu sisteme sahip olan araçları tüketiciye daha fazla ulaştırmayı hedefliyor .

Avrupa'da 2012 yılında yürürlüğe girmesi beklenen 'bir aracın kilometre başına 120gr dan fazla karbondioksit yaymaması' kriteri yeni motor üreticilerinin bu yöne kaymasını zorunlu hale geitiriyor ve farklı markalar altında daha ekonomik ve çevreci motorlar piyasaya çıkımasını teşvik ediyor diyebilirz

Özellikle Volkswagen grubunun BLUEMOTİON adını verdiği yeni motor teknolojisi VW içindeki Passat, Golf , Polo gibi modellerde ve yine wv'nin bünyesi altındaki seat modellerinde tüketici ile yolda buluşuyor. Bu alanda lider olan WV Polo ve Seat ibiza'da 1.4litrelik motor ile 100km de 3.9 litrelik yakıt tüketimi sağlarken bir kilometrede ortaya çıkan 99gramlık karbondioksit miktarıyla bu alanda lider olmasını sağlayan en büyük etkendir.

Bu olaylar sonucunda millet daha önceleri benim arabam daha hızlı gidiyor benim arabam daha güzel sözler yerine artık benim arabam daha az yakıyor doğa'ya daha az zarar veriyor, daha çevreci bi araç gibi düşünceler yer almaya başladı, bu da pazarlama alanında farklı markaların tüketiciye daha az yakıt tüketen ve çevreye daha az zarar veren araba sunmasını ve bu araçların tüketiciye hem cevreye zarar vermiyor hemde daha az yakıt yakıyor düşüncesi ile tükeciye hem ekonomik yönden hemde doğal yönden cazip gelen bir pazarlama yöntemi ile sunmayı sağlıyor, bu yöntem ile şu an günümüzde gündemde olan küresel ısınma gibi olayların etkisi altında kalarak cevreye katkı yapmak isteyen hemde giderek gelişen otomotiv sektöründe, ekonomik yönden sıkıntılı olan ve yakıt üzerinden tasarruf sağlamayı düşünen tüketici kitlesini hedefleyen bu sistem, şu an günümüzde çok yaygın olmasada bu yöntem umuyorumki önümüzdeki günlerde daha çok yaygınlaşacağa benziyor.

arkadaşlar yorumlarınızı bekliyorum

8 Nisan 2008 Salı

DAHA İYİSİ VAR!

Arkadaşlar sizinle dikkatimi çeken bir yazıyı paylaşmak istiyorum, işte bu bildiğimiz pazarlamanın karanlık yüzü.

(Bir reklamcının gözüyle de tüketici
Adım Octave ve APC´den giyiniyorum. Reklamcıyım. Evet, kainatı kirletiyorum. Ben size en pis şeyleri bile satan adamım. Asla sahip olamayacağınız o şeylerin hayalini kurduran... PhotoShop´ta rötuşlanmış kusursuz bir mutluluk. Kılı kırk yararak oluşturulmuş görüntüler, moda müzikler.
Zar zor biriktirdiğiniz paralarla, son kampanyada itelediğim rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önde gidiyorum ve her zaman sizi hüsrana uğratmanın bir yolunu bulurum.

Glamour (cazibe); attığınız her adımda sizden biraz daha uzaklaşan o masal ülkesinin adıdır. Sizi yenilik bağımlısı yapıyorum. Yeniliğin avantajı, hiçbir zaman yeni kalmamasıdır. Her zaman bir öncekini eskitecek yeni bir yenilik bulunuyor.
Salyalarınızı akıtmak: Benim görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez, çünkü mutlu insanlar tüketmezler.
Çektiğiniz acı, ticareti canlandırıyor. Bizim jargonumuzda buna "alışveriş sonrası düş kırıklığı" deniyor. Size acilen bir ürün gerekiyor; ama ona sahip olur olmaz bir başkasına gereksinim duyuyorsunuz... İhtiyaçlar meydana getirmek için kıskançlığı, acıyı, doyumsuzluğu körüklemek gerekiyor: İşte benim savaş gereçlerim bunlar. Hedefim ise sizsiniz...)
Frederic Beigbeder

Gerçek şu ki…
Reklamlarda görünen, filmlerde izlenen, billboardlarda sergilenen kadınlar ya da erkekler sahici değil, kurgulanmış kişilerdir. Yani hayal ettiğimiz şeyler.

Düşününce de en çok pazarlanan ama gerçekliği olmayan ve insanları kandırmayı başaran en büyük pazarlama sektörlerinden biride zayıflama ürünleri çünkü dünyada yaklaşık 1 milyar kişi şişman ve bunların 300 milyonu obezite hastası, obezite tehdit ediyor dünya şiştikçe şişiyor, durum böyle olunca pazarlamacılarımız yetişiyor imdada ve bu insanlara en kolay zayıflama yöntemi olarak sunulan zayıflama hapları, incelten korseler, yağları eriten kremler ilk sırada yer alıyor. Sadece Amerika’da zayıflamak için her yıl 100 milyar doları aşan bir harcama varken pazarlamacılar da insanları can alıcı noktasından vurup 15 günde istediğiniz kiloya ulaşın diye bir reklam sununca, inanmasa bile hayal ettiği şey karşındaki ürün olabilir belki diye (O anda hissettiğimiz, tarafsız olduğumuzu sandığımız düşüncelerimiz, sadece o ana ait değiller. Geçmişi, daha evvelden hissettiklerimizi ve içinde olduğumuz ortamı da temsil ediyorlar.) tabi balıklama atlıyor insanlarımız, tabiî ki sonuç hüsran, ama olsun 1 ay sonra pazarlamacımız obezite hastamıza hemen daha iyi bir ürün yaratıveriyor. Pazarlamacı bu, insana çamuru bile satar zayıflatıyor diye:)

Ama suçlu olan ne firmalar ne de pazarlamacılar. Reklamcı, pazarlamacı elinde bulunan portföye göre hareket eder. Eğer toplum, duygu sömürüsüne açık bir toplum ise, reklamcıların bunu kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Neticede adamlar toplumu değiştirmiyor, zaten var olan toplumsal olgular üzerine ürününü en kolay satmanın veya akılda daha çok kalmanın yollarını arıyorlar.

Yaz Mevsimi kapıda, haberler de bile kilo vermenin yollarını anlatırken bir de bu senenin moda rengi ilginç tasarımlarla kombine edilip büyük bir defile ile gösterildi diye haberler sunuyorlar. Ama moda bile hileli. Her sene moda diye bir tasarım, bir renk çıkarıyorlar önümüze, herkes de ben modayı takip etmem yakışanı giyerim deseler bile 2 gün sonra şalvarla çıkıyorlar önümüze:) şalvarın altına da taşlı yüksek topuk bir ayakkabı işte size modayı takip etmeyen bir bayan.
Modacı ve tasarımcılara laf atmak gibi bir niyetim yok ama bildiğim kadarıyla daha önceki seneler de üretilen ama fazla satışı olmayan renklerin daha sonra ki senelerde fabrikaların firmayla anlaşmasıyla o senenin moda rengi bu şekilde belirleniyormuş. (duyduğum kadarıyla tabi). Bugün biraz fazla olumsuz yazdım sanırım, vur dediysek öldürdün hesabına döndü bu yazı:). Ama yukarıda size sunduğum alıntıyı okuyunca gerçekten sinirlendim. Pazarlama ve reklam üzerine konuştukça ve düşündükçe pazarlama etkisini kaybediyor benim gözümde. Firmaların ne yapmaya çalıştığına kafa yordukça, yapılanlar, söylenenler sahte görünüyor. Firmalar, bir çok müşterilerini, iyi ürün, servis sunduklarından değil, müşteriler taktikleri anlamadığından kazanıyorlar.

27 Mart 2008 Perşembe

BİLBOARD MU? O DA NE?


Hiç duydunuz mu bilmiyorum geçen aylarda Ströer- Kentvizyon İzmir Hilton otelinde bir kokteyl düzenlemiş. Kokteylin asıl amacı kendilerini tanıtmak ve İzmirin açık hava reklamcılığında eksilerini vurgulamak ve bu konuya dikkat çekmekti. Hatta ben bu haberi Yeni asır gazetesinden okudum ve birkaç küçük araştırma yaptım. Bunun sonucunda İzmir'de hiç bilboard olmadığını gördüm. Etrafınıza bakarsanız ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz. Otobüs durakları, megalight ve raketler dışında açık hava reklam alanları gördünüz mü? Hayır maalesef yok...

Firmalar ürünlerinin tanıtımlarını ve ürün başarılarını toplumun en çok gözüne çarpan malzemeyi kullanarak sağlamaya çalısıyorlar. İnsanların şehir içinde gezinirken, otururken veya toplu taşıma araçlarından etrafı seyrederken dikkatini çeken şey, sıra dışı olan, göze ve beğeniye açık olanlarıdır. Kitle iletişim araçlarının artması ile birlikte artık hemen her bilgiye anında ulaşabildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Her bilgi hafızamızda izler bırakarak faydalı ve kalıcı olur. Bir bilginin yararlı sonuçlar doğurması da o bilgiyi kitleye nasıl sunduğumuzla ilgili bence.
Her ürün reklamı aynı zamanda o ürün hakkında bilgiler verir. Bilginin çekici, şaşırtıcılığı 'reklam' sayesinde insanların zihninde kalıcı olabiliyor. Bir şeyi reklam yapmak halkın ihtiyaçlarına yönelikse ki bu ne kadar doğru orası tartışılır, reklamın, pazarlama teknikleri ile sunumuda bir o kadar önemli olmalı. Bu tekniklerden biri ve göze en hitap edeni de, ülkemizde hızlı bir şeklilde gelişen ''Açıkhava Reklamcılığıdır.''

"Tartışmalı bir durum olan açıkhavaya ilişkin biraz bilgi vermek istiyorum:

İlk kez MÖ 3000 yılında Mısırlı tüccarlar tarafından kullanılmış. Bizde hâlâ yerine oturmamış bir kullanım biçimi varken 1614'te Amerika'da kuralları belirlenmiş. En hızlı büyüyün mecra ve Amerika'daki 2005 verilerine göre büyüklüğü 6,3 milyar dolar. Her ne kadar ölçümlenmesi konusunda sıkıntılar olsa da algılama oranı oldukça yüksek. Tüketiciler açıkhava reklamlarını üç kat daha fazla hatırlıyor. Kadınlar açıkhava reklamlarını erkeklere göre daha fazla fark ediyor; ama erkekler daha çok etkilenip satın alıyor. Yol kenarındaki bir reklamın fark edilme oranı yüzde 74. En pahalı açıkhava alanı ise New York Times meydanındakiler."


Nüfus yoğunluğu bakımından Türkiye'nin üçüncü büyük şehri olan İzmir’de ise, 'açıkhava reklamcılığının henüz İstanbul'a oranla, gelişmediğini, reklam veren ve reklam ajanslarının ilgi göstermediği bir konu olduğunu düşünüyorum. Arabanızla şehrin sokaklarında gezerken, durakta otobüs beklerken ya da arkadaşınızla buluşacağınızda geç gelmesinden şikayet ederken gözünüze takılan bilboardlar ne kadar akılda kalıcı oluyor değil mi? Hele ki yön tarif ederken " KİPA’ nın bilbordunun olduğu kavşak var ya işte o kavşakdan sola döneceksin" derken farkında olmadan bilinç altımıza yerleşmiyor mu? Pazarlama ve akılda kalıcılık açısından çok önemlidir bilboardlar ve güzel İzmirimizde bu büyük eksikliğin telafi edilmesi gerekmez mi? Bence insanların ilgisini çekmek için çok güzel bir durum fakat İzmir’de ki reklam firmalarının bunu neden kullanmadıkları hala anlayabilmiş değilim. Hele ki ürün tanıtımında reklam bu kadar önemliyken.
Belediyenin de kentin kalabalık olduğu yerlerde reklam verene bilboard kiralaması çok sık olmamaktadır. Kentte açıkhava reklamcılığı yüzünden, görüntü kirliliği olur diyenler için şu söylenebilir; Açıkhava Reklamcılığının sac ayağı bilboardların aslında kente yeni bir görüntü kazandıracağı gerçeği görülmelidir. Ormanlık alanlara hitap etmeyen açıkava reklamları şehrin turistik ve kalabalık caddelerinde olan beton görüntülerini gizlemesi anlamında daha şık durmaktadır. İzmir gibi çağdaş ve metropol bir kentte bilboardlarla yapılan tanıtımlar, hem ürün satışı bakımından tüm sektörlerde bir canlılık meydana getirecektir, hem de şehrin de tanıtımı bu şekilde yapılabileceği için İzmir'in dünyaya açılmasıda söz konusu olabilecektir diye düşünüyorum.

25 Mart 2008 Salı

QTRAX


Son dönemlerde ne kadar çok yarışma programları ve diziler var biliyorsunuz. Bu yarışma programlarında ve dizilerde en çok sevdiğimiz ve gerçekten sanatını icra eden ve kariyerinde iyi bir noktaya gelmiş sanatçıları görüyoruz. Orhan Gencebay, Sezen Aksu, Özcan Deniz ve diğerleri… Aslında bu kişiler ne kadar popülerler ama biz bunları albüm ve müzik çalışmalarının dışında TV programlarında daha çok görmeye başladık. Bunun nedeni acaba korsan CD satışları mı? (sahtesi en kabul edilebilir ürünler sıralamasında CD ve kaset 50.9 pay ile ilk sırada yer alıyor.) yoksa televizyon kanalları ve yapımcıların sanatçıları kullanarak daha çok reyting almak istemeleri mi? Hangi seçeneği seçerseniz seçin sadece telif geliriyle geçinen sanatçıların yaşamlarını idame ettirmek için ihtiyaç duydukları bu geliri korsanlar tamamen yok etmektedirler ve onların yasal ürünler için harcadıkları emeğin karşılığı olan telif hakkının hırsızlığını yapmaktadırlar. Bu durumda sanatçıları dizi ve programlarına meze yapmaktadırlar :) Zaten müzik de parfüm gibi pazarlanması zor bir üründür. Nasıl ki parfüm koku alma duyusuna hitap ettiği için pazarlaması zorsa müzik de kulağa hitap ettiği için bir o kadar zordur.

Plak şirketleri sadece isim keşfetmekle kalmamalı albümün ve sanatçının pazarlamasını aynen bir ürün gibi yapmalıdırlar. Pazarlama müzik için gereklidir. Kaliteli müziği eminim doğru kullanıldığı takdir de daha çok sevdirecektir ve daha çok kişiye ulaştıracaktır. Müzik de bir üründür, pazarlanmalı ve doğru pozisyonlardırma uygulanmalıdır. Bunu da yapacak olan bilinçli ve yetenekli müzik profesyonelleri, menejer ve plak şirketleri sahipleridir. Zaten bir şeyin pazarlanması için mükemmel olması bile gerekmiyor kaldı ki mükemmel olsa dahi yine pazarlama gerektiriyor.

Çığ gibi büyüyen dijital müzik piyasası, telif sorunlarını da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Sanal dünyadaki rekabet ve dijital dünya müziğe yeniden şekil veriyor. Müzik pazarı son 5 yılda 3,5 milyar dolarlık gerileme yaşamış. 37 milyar dolar olan pazarın 33,5 milyar dolara gerilemesindeki en büyük sebep dijital alandaki gelişmeler. Ama plak şirketleri pazarlama stratejilerini değiştirerek korsanı kendi silahı ile vurmayı amaçlıyor. Bununla ilgili olan projeleri de yasal paylaşım sitesi Qtrax üzerinden şarkıların ücretsiz indirilmesine izin verecek. Kullanıcıların müzik indirebilmesi için sadece reklam izlemeleri gerekiyor. Reklam gelirlerini müzik şirketleri ile paylaşacak olan Qtrax'ın Başkanı Allan KELPFISZ çalınan şarkı sayısında telif hakkı sahibine ücret ödeneceğini belirtmiş. Reklam veren şirketler arasında Ford, McDonald’s, Microsoft gibi dünyanın önde gelen firmaları yer alıyor. Hem müzik sektörü korsanla mücadelede önemli bir adım attı hem de reklam vermek isteyen firmalar için yeni interaktif reklam alanları açılmış oldu. Örneğin, Sony Ericsson ‘’Tam 100 Şarkı’’ projesiyle hem korsana hayır diyor hem de kendi ürün reklamına iyi bir projeyle imza atmış oluyor. ‘’Tam 100 Şarkı’’ adı altında bir de bu sanatçılar konser verirlerse Sony Ericsson’un keyfine değmeyin artık. Gelişen olaylara karşı uygulanan önlemler sayesinde yeni reklam stratejileri birçok firmanın işine gelecek. Çünkü müzik 7’den 70’e herkese hitap eden bir sektör.

23 Mart 2008 Pazar

TURKCELL'den interneti içinde bilgisayar


Turkcell SIM kartlı HP ve Vestel dizüstü bilgisayarlar satışa sunuldu.
Turkcell’de yenilikler ardı arkası kesilmiyor, günüzmüzde telekomünikasyon alanında bir çok yenilik ile ön plana çıkan ve Türkiye'de en öok abonesi bulunan TURKCELL bir yeniliğe daha imzasını attı, içinde bir Turkcell SIM kartıyla üretilen Vestel T525, HP Compaq 6510b ve 6710b model dizüstü bilgisayarlarda ayrı bir cihaza ihtiyaç duyulmadan internete bağlanmak ve e-postalara ulaşması mümkün olan bir SİM kart geliştirdi. Turkcell’in yeni ürünü olan SIM kartlı dizüstü bilgisayarların ilk olarak, İstanbul, İzmir ve Ankara’daki 53 Turkcell Extra ve İstanbul’da Bağdat Caddesi, Kanyon ve Capitol’deki Turkcell mağazalarında müşterilerle buluşacağı ifade ediliyor, bilgisayarların kısa bir süre sonra HP ve Vestel bayileri ile teknoloji marketlerinde de yer alacağı kaydediliyor.
Turkcell Pazarlamadan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Lale Saral Develioğlu, Turkcell SIM Kartlı dizüstü bilgisayarların satışa çıkması ile ilgili yaptığı değerlendirmede,Turkcell SIM kartlı dizüstü bilgisayarları, mobil genişbant vizyonlarının temel bir parçası olarak gördüklerini vurguladı. HP Türkiye Kişisel Sistemler Grubu Ülke Müdürü Artun Ayvat, Turkcell ile yapılan işbirliği ile mobil dünyanın, genişbant bağlantı seçenekleriyle yeni boyutlara kavuştuğunu ifade etti
Vestel Genel Müdürü Yardımcısı Buket Besen Kafalı da Vestel’in dizüstü bilgisayar üretim üssü Vestel City’de son teknoloji eseri ürünler geliştirdiğini belirterek, Santa Rosa platformunda tasarımı gerçekleştirilen 15.4 inch Vestel dizüstü bilgisayarların, günümüzün bilişim ve telekomünikasyon alanındaki son teknolojisi olan 3G özelliğini kullanabildiğini duyurdu.

KÜRESEL ISINMAYA DUYARLI BULAŞIK MAKİNALARI !

Geçen akşam oturup reklamları izlerken bir bulaşık makinası reklamı takıldı gözüme. Diyordu ki "ekonomik su kullanımı ile çevre dostudur" gibilerinden bir takım replikler ilişti kulağıma. Zaten bir kaç saniye süren bu reklam bitti ama benim aklımda bişeyler dönüp durmaya başladı.
Eskiden bulaşık makinası reklamlarının nasıl olduğunu hatırlarmısınız? Çalışan kadınların, çocuklu bayanların, vakti az olanların hatta bekar yalnız yaşayan erkeklerin can simidi gibiydi. Yani pazarlama stratejileri bu yöndeydi firmaların. Peki nereden çıktı bu ekonomik su kullanımı?
Hatırlarsınız geçen yaz bir hayli kurak bir yaz geçirdik hatta Başbakan bile kovaya su doldurup yıkanıyormuş. Durum şu ki üretici firmalar çevreci bir yaklaşımla (yada öyle görünmek isteyerek) reklamlarının pazarlama stratejilerini değiştirdiler. Bütün bulaşık makinası üreticileri sanki 2007 yazını düşünerek üretmişler bulaşık makinalarını. Düşünmüşler taşınmışlarda küresel ısınmadan kaynaklanan susuzluk sorununu çözmek için yeni bulaşık makinaları tasarlamışlar. Tabii ki tamamiyle yalan... Dikkatli tüketiciler acaba bu 180 derece dönme reklamların farkına varmıyorlar mı ? Belki gerçekten ekonomik su kullanıyordur bu duyarlı bulaşık makinaları ama kuraklık gibi bir felaketi bile kendi avantajlarına çevirerek kar ve pazar paylarını yükseltmeyi planlayan üretici firmalara ne demeli?
Bu reklamda aslında tüketicinin duygularına ve duyarlılığına hitap etmişler yani bir tür "bizim bulaşık makinalarımızı alın biz çok çevreciyiz, ekolojik yapıyı düşünüyoruz bizi tercih edin" diyorlar. Türk toplumu olarak biraz duygusal olduğumuz için kaleyi içten fethetmeye çalışıyorlar. Tabii ki bu da bir yöntemdir, savaşta her yol mübahtır felsefesiyle piyasada fark yaratmak istemişler. Haklıdırlar amaca ulaşmak için geçilen her yol kutsaldır. Tebrik ediyoruz kendilerini. Ben de kanalizasyon sularını arıtıp içme suyu üreten bir makina geliştirip piyasada pazar oluşturacağım. Bu konulara ilgi güzel olunca insanın iştahı kabarmıyor değil :)

21 Mart 2008 Cuma

Tuvalet Terbiyesi

Geçen gün Balçova Kipa'da tuvaletteydim söylemesi ayıp. Aslında uzun süredir göz önünde olan bir reklam gözüme çarptı. Eee 'Pazarlama Perspektifi'nden bakmaya alıştık ya artık çevremize :), insan doğal olarak daha bir duyarlı oluyor her gördüğüne. Bayanlar tuvaletinde durum ne halde bir bilgim yok haliyle ama erkekler tuvaleti gayet etkili donatılmış bu reklam afişiyle. Tasarım gayet basit; bir başlık "Tuvalet Terbiyesi", şeker bir miniğin fotoğrafı ana tema, ve altında öldürücü darbe olarak da bir açıklama "Tuvalet kullanmanın vakti geldi! Hem doğal ihtiyaçlarınız için... Hem de reklam için... Çünkü bu hijyenik alan reklamlarınız için kiralık...".

Pazarlamanın temel unsurlarından biri olarak, "doğru hedef kitlesine en etkili yoldan ulaşma" açısından başladım düşünmeye bu cin fikirli afiş karşısında. Öncelikle, bunun görsel bir reklam aracı olmasıyla birlikte bir statikliği ortada, yani bir televizyon ya da internet reklamları kadar interaktif değil. Vermek istediğiniz mesaj kısa, net ve etkili olmadıktan sonra diğer araçlara göre her zaman bir dezavantaj söz konusu. Lakin, burdaki esas noktaya gelecek olursak şu insanoğlunun algısının çeşitliliği. Çeşitlilik derken, bu olgunun kişiden kişiye farklılık göstermesi ve insanın gördüğü ya da duyduğu bir olayı aynı hızda, aynı etkide ve aynı açıdan algılamadığıdır. ( Çarşamba günkü 'Perception' konusu da pek bi etkilemiş beni canım :) ) İşte bu noktada da televizyon ve internet ya da farklı bir interaktif aracın dezavantajı çıkıyor ortaya. İnsanların televizyon reklamlarındaki "zapping" hastalığı, çoğu zaman televizyonu kafasında dolaşan bin bir sorunla birlikte izlemesi, internette aniden önünüze zıpalayan raklam cookie'lere olan nefret ve birşeylere çabuk ulaşma çabası bu araçlardaki reklamların algılanma oranını düşüren sebeplerden sadece bir kaçı.

Konumuz olan "Tuvalet Terbiyesi"nin uygulama alanı ise, öyle güzel konumlandırılmış ki, insandaki algı dağınıklığından etkilenmesine hemen hemen hiç imkan yok. Çünkü farklı bir olaydır tuvalet psikolojisi. Özellikle baylar beni daha iyi anlayacaktır bu konuda, pisuvar modeli tuvaletlerde baş hizanıza konan o afişi okumama gibi bir şansınız yok, öyle ki normal tuvaletlerde de bu durum söz konusu, insan bir şeyler arıyor illa ki vakit geçirmek için doğal ihtiyacını karşılarken. Böyle bir reklamın etkisini uzun uzun anlattıktan sonra (çok uzun oldu be!), neden böyle alışveriş veriş merkezlerinde hala o alanların o şirin miniğin resmiyle reklam beklediğini anlamış değilim. Arkadaşım, sayın pazarlama dehaları... Soruyorum şimdi size! Bugüne bugün (Balçova olarak konuşuyorum sadece) Agora ve özellikle Kipa her gün her kesimden insanla dolup taşan yerlerken, ve bu insanlar her gittiğinde o tuvaletleri en az bir kere ziyaret ediyorsa, ne diye hala kullanmıyorsunuz o hijyenik alanları? Biri bana bunun cevabını versin ki, ben de bitireyim artık şu yazımı dostlar :)

20 Mart 2008 Perşembe

SüperTeklif

Müşteri çekmek için günümüzde hemen hemen her firma en az bir kez hediye dağıtımına başvurmuştur. Buna en yeni örneklerden biri de PO’ nun Positive kart ile puan toplayarak daha sonra puanlarınızı hediyeye çevirebilmeniz örnek verilebilir. Ama bana daha ilginç ve daha cazip gelen, hediye yada para kazandıran bir pazarlama şekline değineceğim. Daha henüz üç aydır takip ettiğim ve bana gelen reklam maillerini okuyarak puan kazandığım ‘’SüperTeklif’’den bahsediyorum.
Türkiye'nin ilk web tabanlı ''izinli pazarlama'' platformu olan SüperTeklif, bir DataProfil A.Ş. ürünü. Sadece bir üyelik formu doldurarak üye olunan bu siteden size mailler gelmeye başlıyor ve her okuduğunuz mail için puan kazanıyorsunuz. (Türkiye'de internete erişen birey sayısı %19.93, GSM aboneliği oranı %22.) Reklamverenler sanırım işi garantiye almak için reklamlarını üyelerinin cep telefonlarına sms ile de göndermekte. Üyelerinin profil bilgileri ve tercihleri reklamverenlerin kullanımına sunulmakta, reklam ve tanıtımlardan elde edilen net gelirin %45'i SüperTeklif üyelerine dağıtılmaktadır. 100.000 Puan'a ulaşınca üyelerin verdiği hesap numarasına 100YTL yatırılıyor.SuperTeklife üye olan 830114 kişinin sadece puan toplayıp para kazanmak istediği için üye olduğunu sakın düşünmeyin. Çünkü puan kazanmanın yanısıra üyeler kampanyalardan, kendilerine özel fırsatlardan kendi istekleri ile yararlanma imkanı bulabiliyor. Bence buraya üye olan firmalar çok akıllıca bir iş yapmış. Hem oturduğunuz yerden para kazanıyorsunuz hem de yapılan tüm kampanya ve indirimlerden hemen haberdar olabiliyorsunuz. Size gelen mailler profil bilgilerinize göre gönderildiği için ( örneğin, çocuk bezi reklamları sadece annelere gönderildiğinden ) hem firma doğru kitleye ulaşmış oluyor hem de siz ilgi alanınıza giren kampanyaları takip etmiş oluyorsunuz. Bu siteye üye olup maillerden puan kazandığınız gibi ne kadar çok arkadaşınızı üye yaparsanız o kadar daha çok puan kazanmış oluyorsunuz. Firmalar da bu şekilde reklam alanlarını daha geniş kitleye yapmış oluyor. Bu firmalardan bir kaçını örnek vermem gerekirse: Ağaoğlu, Exper, Sony, Burger King, Pegasus, Boyner, Sprite, Akemeklilik, Peuget, Ülker, Turkcell, Tefal, Tema, Volvo, Avea bu firmalardan bazıları. Reklamverenlerin pazarlama stratejisi müşterilerini çok daha düşük maliyetle doğru hedefe anında ulaştırması. Eğer kampanya ve indirimleri siz de zamanında öğrenmek isterseniz SüperTeklif’e üye olabilirsiniz. Bu sayede hem reklamveren hem de siz kazanmış olursunuz.

19 Mart 2008 Çarşamba

IKEA





2005'te Ümraniye'de IKEA'nın ilk mağzası açıldığında çoğu insanın IKEA hakkında pek bir bilgisi yoktu. Ama takvimlerimizin 2008'i gösterdiği şu sıralarda, özellikle İzmir ve İstanbul'da adını duymayan yok gibi. Bu 3 senelik periyotta IKEA yıllık cirosunu 300 milyon YTL civarlarına kadar çıkarma başarısını göstermiş. Türkiye'de de mobilya sektörünün yaklaşık 6milyar YTL'lik bir pazara sahip olduğunu ve bu pazarın sadece yarısının fabrikasyon ürünler olduğunu düşünürsek, ciddi bir pazar payına sahip olduğunu anlamış oluruz. Peki bu başarının sırrı nedir? Türkiye'de birçok önemli mobilya ve ev ürünleriyle ilgili marka dururken niye birçoğumuz IKEA'yı tercih etti?


İlk olarak insanları cezbeden unsur tabii ki çeşitlilik. Kanepeden banyoya, mutfaktan aydınlatmaya, halılardan yastık yorgana uzanan geniş bir ürün yelpazesine sahip bir mağzaya giren müşteriler, bu kadar çeşitliliği birarada bulmanın verdiği hazla olacak ki, bedava bulmuş gibi saldırıyorlar ürünlere, büyük küçük ayırt etmeden. Başka bir cezbedici unsur ise bedavaya dağıtılan kataloglar. Güzel tasarlanmış ve bir dergi kalınlığında olan bu kataloglar, katalogdan daha çok bir dergiye benziyor zaten ve içinde IKEA mağazasında görebileceğiniz çoğu ürünün detaylı bilgisiyle birlikte fiyatını bizlere sunuyor. Bu derginin en önemli özelliğiyse kıytırık 3 sayfalık bir katalog gibi kıyılıp çöpe atılamaması. Böylece bu çalışma da gerçek anlamda amacına ulaşmış oluyor. Ayrıca dergiden begendiğiniz bir ürünü koduyla sipariş de edebiliyorsunuz ki bu da güzel bir ayrıntı.


Tabii bu tarz güzellikler beraberlerinde çok yüklü bir mali külfet de getiriyorlar (stok maliyeti, dergiler vs.). Peki IKEA bu mali külfetin altından nasıl kalkıyor? Geçen dönem Melike hocamızın da anlattığı gibi IKEA'nın herhangi bir fabrikası yok.Fason üretim yapıyorlar ve dünyadaki önemli üreticiler hakkında derin bilgiye sahip olan bir ekipleri var. Şu an 44 ülkede mağzası bulunan, tarihi 1940lara dayanan bir firmanın ne kadar güçlü olduğuna dair bir fikir yürütülebilir zaten ama daha canlı bir örnek vermek gerekirse geçen sene YATAŞ'a yaptıkları teklif örnek verilebilir. YATAŞ'a yapılan bu teklifte "1milyon" adet yatak üretmesi teklif edilmektedir ama IKEA yetkilileri perakende satış değeri 100-150 YTL olan bu yatağı 30 YTL'ye yaptırmak isteyince YATAŞ bu teklifi reddeder. Ama IKEA yine bir yolunu bulup İstikbal'e "1milyon" yatağı büyük ihtimalle aynı fiyata yaptırırlar. İşin püf noktasına gelirsek, IKEA'nın bu kadar uğraşıp didinip ucuza mal ettiği ürünleri hiç de ucuz olmayan fiyatlara satmasıdır.

5 Mart 2008 Çarşamba

ARÇELİK



Son zamanlarda herkes fark etmiştir ki en sık izlenilen reklam türlerinden biri de ürüne bir simge yada kişiyle özdeşleştirerek ürüne bir kişilik kazandırma, sempati kılma ve ürüne kalıcılık kazandırılmaya çalışılan reklamlardır. Bu şekilde ürüne başarılı bir biçimde sempati ve çekicilik kazandıran firmaların başında Arçelik gelmektedir ve bence reklamlarını bölümler halinde yayınlayarak daha sonraki bölümler için merak uyandırmaya, olaya biraz komedi karıştırıp reklamın izlenirliliğini artırarak kalıcı olmayıda başardılar. Bu şekilde ürün bir alt kimlik, firma ve Çelik bir üst kimlik haline gelmiş durumda. Özellikle reklamları çeşitli olarak ve sürekli tekrarlanmasıyla hepimizin bilinçaltına yerleştiği için farklı ürün dahi olsa Çelik bir şemsiye görevi görmesine , ürünün daha çabuk benimsenmesine neden oldu.Business Week dergisinde Arçelik Genel Müdür Yardımcısı Sirzat Subaşı’nın açıklamasında da, genel olarak kullandıkları sloganların temel vizyonunu yansıttığını, bu nedenle de başarılı olduklarını söylüyor. ''Arçelik demek yenilik demek.'' Sloganı güncel sloganlar içinde en başarılı bulunan örneklerden bitanesi. Herşey başarılı olunca ortaya işte böyle eğlenceli ve hepimizin benimsediği reklamlar ortaya çıkıyor. Reklam bir sanattır sözü, üretimi sürecindeki yaratıcılık gibi subjektif unsurları içerisinde barındırmasından gelir. Arçelik'in bunu en iyi şekilde yaptığına inanıyorum ve herkese iyi seyirler diliyorum...